Bazı hayatlar, “vazgeçmenin” üzerine kuruludur. Onunda
öyleydi. Seçtikleriyle değil, vazgeçtikleriyle sürdürmüştü yaşamını.
Vazgeçtiği; mücadelesiydi, aşkıydı, kendisiydi…
Çabalayacak cesareti olmayışı mıydı yoksa çocukluğundan beri
yavaş yavaş elinden alınan yaşama sevincinin sonucu muydu bu hali? Bilmiyordu.
Biraz dirense farklı olur muydu her şey? Niye çabalamamıştı sahi… Aşık olduğu
kızla evlenmek için ısrarcı olmamıştı annesine, babasının eziyetlerine
direnmemişti, gerçi nasıl direnecekti ki, daha küçücükken içine atılan korku
tohumları izin vermezdi. Verseydi de yapamazdı, baba karşı gelinecek biri
değildi onlar için. Gereken tepkileri zamanında verseydi eşine, ailesine;
ruhundaki bu derin kabulleniş olmasaydı mesela… Nasıl olurdu yaşamı? Bunun
cevabını hiç bilemeyecekti ama bunları düşünmekten de kendini alamayacaktı
hiçbir zaman. Ne kadar düşünürse düşünsün hayatının en büyük hatalarından biri
olan eşi ve gitgide eşine benzeyen üç kızıyla bu küf kokulu aile apartmanında
yaşamını sürdürecekti. Tercih etmediklerinin sancısı kıvrandırıyordu ruhunu…
Kendinden vazgeçişi bu yüzdendi belki de…
Gereğinden fazla bırakmıştı kendini hayatın boşluğuna, bu teslimiyetin
intikamıydı bu derin kıvranış. Bu teslimiyetin intikamıydı bu sürükleniş, bu
teslimiyetin intikamıydı bu çöküş… Ruhunun kendisinden aldığı intikamdı bu…
Yaz aylarında, her akşam olduğu gibi yine balkonda elinde
sigarasıyla dalmıştı düşüncelere. Kızının seslenişi çıkardı onu düşünmenin
dipsiz kuyusundan, uykusundan uyanmış gibiydi. Kızına anlamsız cevaplar verip
gönderdikten sonra sokağa ilişti gözü, abisini gördü apartmana yaklaşırken,
uzun zaman olmuştu onunla sohbet etmeyeli. Sadece abisi değil neredeyse tüm
yakınlarıyla arası bozuktu. Karısı yüzünden gömülmüştü bu yalnızlığa… Neden
böyle biriydi hiçbir zaman anlamamıştı. Huzura düşman gibiydi. Herkesle
tartışıyor, anlamsız şeylerden kavga çıkarıyor, kaostan besleniyordu. Ya
binadaki akrabalarla ya komşularla ya da kendisiyle… Bir şekilde kavga etmek
zorunda gibiydi. İşin kötüsü aynı davranışları kendisinden bekliyor, bunun için
baskı yapıyordu. Kendisi işteyken, eşi sağa sola sataşıyor sorun çıkarıp kavga
ediyor, akşam da tartıştığı kişileri şikayet edip onu koruması gerektiğini
söylüyordu. İlk başlarda eşinin taleplerini yerine getiriyordu ona inandığı
için değil evde huzur içinde oturabilmek için… Başka türlü bir saniye huzur
vermiyordu… Eşinin çıkardığı olaylardan yorulduğu zamanlarda onu duymamazlıktan
geliyordu, bu seferde istediğini alamadığı için çocukları bırakıp annesine
gidiyordu. Yıllarca bu saçmalıklarla uğraşmış iş dönüp dolaşıp eşinin
anlaşamadığı kişilere selam dahi vermemesine gelmişti. Buna kardeşleri de
dahildi, sırf evinde sessizce oturabilsin, karısı daha fazla çirkinleşmesin diyeydi.
Peki huzur bulabilmiş miydi? Hayır… Her dediğini yapsa bile bir bahane bulup
sorun çıkarıyordu. Her zaman olmasa da ekseriyetle zehrini saçıyor o ise
sabrının dayandığı kadarıyla susuyordu… Savunması gerektiğinde savunuyor,
konuşmaması gerektiği kişilerle konuşmuyor, eften püften sebeplerle küsüp
gittiğinde de tutup getiriyordu. Giderse gitsin diye çok geçiriyordu içinden
ama işte çocuklarını düşünüyordu. Gerçi çocuklar olmasa da ayrılmazdı çünkü
daha evliliklerinin ilk yıllarında, eğer ciddi anlamda canını sıkacak bir durum
olursa ailesinin hem kendisinin hem de sevdiklerinin başına bela olacağını
defaten söyleyerek gözdağı vermişti. Kendisi yüzünden ailesinin böyle şeylerle
uğraşmasını istemiyordu. Kısacası; İşe gidip gelmek, eşinin taleplerini uygulamak,
sevdiklerine uzaktan bakmak ve sabahları aynaya baktığında çökmüş yüzüne bakıp
kendisine acımak… Yaşamı bundan ibaretti.
Gözünü bir anlığına karartıp boşanmak geçiyordu içinden…
Bunları her düşündüğünde annesine kızıyordu. Sevdiği kızla evlenmek istediğini
söylediğinde uygun bulmamıştı. Uygun bulmayacağı bir durum yoktu oysaki ama
istememiş, o da bir iki defa ısrar etmekten başka bir şey yapmamış,
direnmemişti. Sonra ikisi de başkalarıyla… Şu an ki eşiyle de bir aile dostu
vasıtasıyla tanışıp evlenmişti. Nasıl olsa sevdiği kadın olmayacaktı kimin
olduğunun ne önemi vardı.
“Kader” diyerek avutuyordu kendini, yanlış tercih yapan her
insanın avuntusu gibi faturayı tanrıya kesiyordu… Zaten kaderim güzel olsa
böyle gaddar babanın oğlu olur muydum? Diyordu kendi kendine… Tüm çocuklarına
gaddardı ama kendisine gaddarlığı başkaydı. Niye sevmemişti acaba kendisini o
da evladıydı. Bu ekstra gaddarlığın sebebi gençliğinde, diğer kardeşlerine
oranla miskin olmasıydı. Tek suçu buydu: Miskin olmak…
İlkokul çağlarında okul çıkışı kardeşiyle ayakkabı
boyacılığı yapmıştı. İlk ergenlik zamanlarında da “çocukluğumu yaşayamadım en
azından gençliğimi yaşayayım” düşüncelerine kapılmıştı. Ne de olsa ailesinin
maddi olarak zorluğu yoktu. Sadece babası çocuklarının çalışkan olmasını
istiyordu. Mahalledeki çoğu arkadaşı da onun gibiydi. Onlar onun gibiydi ama
babası onların babası gibi değildi…
İlk önceleri biraz azar birkaç tokatla geçiştirse de durumu
şiddetin dozu giderek artmıştı. İş çıkışı kahvehaneye gittiği için abisini bayıltana
kadar dövdüğünü hatırlıyordu… İçi sızlardı her hatırladığında, kendisinin de
başına böyle bir şey geleceğini düşünmemişti o zamanlar. Bir gün arkadaşlarıyla
gezdikten sonra eve döndüğünde birkaç tokat yiyip sıyrılacağını sanmış ancak
akıbeti abisi gibi olmuş üzerine bir de odaya kitlenmişti. Annesi ve ablasının
yalvarmaları sonuç vermiyordu. Kendisini biraz toparladığında ya yediği dayağa
olan hiddetinden ya da daha kötüsü olur korkusundan balkondan atlayıp en yakın
arkadaşının evine sığınmıştı. O zamanlar on altı on yedi yaşındaydı kaçıp
kurtulmuştu şimdi nasıl kaçacaktı, kime sığınacaktı? Huzursuz evliliğinden,
yalnızlığından, mecburiyetlerinden kime sığınacaktı? Babası yüzünden bedeni,
annesi yüzünden kalbi, eşi yüzünden ruhu hırpalanmış bir adam… Ya da kendisi
yüzünden, göze alamadıkları yüzünden… Hayatta bir şey için mücadele etmiş
miydi? İlk vazgeçişi babasına karşıydı, onun istediği gibi biri olmuş
kendisinden vazgeçmişti. Sonra annesine, sonra eşine… Hayatın kendisini
sürüklediği her şeye mecburiyet diyerek kenara çekilmişti… O kilit sesiyle
başlamıştı belki de kabullenmeye ya da kaçtığı yerden geri döndüğünde… aşık olduğunda
umut çiçekleri açmıştı kalbinde ama çok geçmeden koparılmıştı ya da
koparmalarına izin vermişti. Evlendiğinde “belki böylesi daha iyidir” deyip
mutlu olmaya çalışsa da hüsrana uğraması çok sürmemişti ya da mutluluğu yanlış
yerde aradığını fark etse bile yanlışından dönmemişti. Evliliğinde tadamasa da
babalığında tatmıştı mutluluğu, tüm inancını ona yüklemişti ama karısı tarafından
yetiştirileceklerini unutmuştu. Nereden bilecekti kızının annesinden beş beter
olacağını, annesi yüzünden yaşadığı mahcubiyetlere artık büyük kızının
yaptıkları da ekleniyordu.
Yavaş yavaş solmuştu, hayalini kurduğu her şey gözünün
önünden geçip gitmiş o sadece bakmıştı. Günde üç paket sigara içen, sabah
erkenden gidip eve olabildiğince geç dönen, kırklı yaşlarında beli bükülmüş bir
adamdı. Bu yaşadıklarının sorumlusunun kim olduğuna karar veremiyordu. Kaderini
böyle yazan tanrı mı yoksa hayata karşı havlu atan kendisi mi? Asıl sorumluyu
göremiyordu. Tek bildiği, bundan sonraki yaşamını, o duvara bakıp kafasında o
sorularla geçireceği ve hiçbir zaman cevap bulamayacağıydı. En çok onun
hakkıydı düşünmek, heba edilen ya da ettiğine bir türlü karar veremediği bu
yaşamı öylece uzaktan izlemek…
Geçip giden yıllarını, hayal kırıklıklarını, sıkışıp
kalışlarını izlemek…
Yarın yine boşluğa bakıp yine aynı şeyleri düşünecek ve yine
aynı soru yankılanacaktı zihninde: “Acaba… Farklı olur muydu?”
Yorumlar
Yorum Gönder